İnsan bir garip yolcu…
Mütemadiyen yolculuk halinde. Sürekli gidiyor. Gelirken bile bir yerlerden gidiyor… Durduğunu zannetse de, beklediğini, bir yerlerde dinlendiğini, konakladığını zannetse de, aslında o hep gidiyor. Kendi dursa, zaman durmuyor, ayakları altından kayıp gidiyor. Doğarken gidiyor, büyürken gidiyor, yaşarken gidiyor, ölürken gidiyor… Dedik ya; insan demek bir yolculuk demek… Durmak insana göre değil!
Anne karnına düşüyor. Zifiri karanlık bir suyun içine! Büyümeye, olgunlaşmaya başlıyor ama orada da durası değil. Gitmek istiyor. Çünkü o bir yolcu… Kalmak insana göre değil. İnsan bir sonsuzluk yolcusu… Vuslat ve Firkat! İki yakıcı kelime. Biri ayrılığı, biri de kavuşmayı ifade ediyor malumuz. İnsan bu; bazen ayrılmayı bekler, ister. İnsan bu; kavuşmayı hep özler… Zaten bir ayrılık macerası değil mi hikâyemiz. Dünya denilen bu pazara alış verişe geldik. Güldük, ağladık, sevdik, sevildik. Ayrılarak geldiğimiz ötelerden
Yine ayrılarak gitmiyor muyuz? Peki insan neyi tutabilir ki elinde? Zaman akıp gidiyorken elimizden, yollar kayıp gidiyorken ayaklarımızdan, bulutlar gidiyorken üstümüzden, kuşlar göç ediyorken gönlümüzden, sevdiklerimiz bir bir gidiyorken ömrümüzden, biz dahi gidiyorken kendimizden, insan neyi tutabilir ki elinde? Kimi giderken kalıyor, kimi kaldığında çok uzaklara gidiyor. Ne kalan gittiğinin farkına varıyor, ne giden kaldığından haberdar. Anladım ki, ne giden kalabiliyor, ne de kalan gidebiliyor… Ve aslında hayat gider gibi kalışları, kalış gibi giderleri izlemekle geçiyor. İşte bu da tam bir dilemmâ…
Peki kavuşma nerede, nasıl? Belli ki o bu dünyanın işi değil. Sonu olan bir yerde kavuşma ne kadar kavuşma olur? Sonsuz olan bir yerde ayrılık ne kadar ayrılık olur? Bu yüzden insan gökyüzüne vurgundur. Bu yüzden gökyüzüne bakma ihtiyacımız vardır farkında olmasak da. Gökyüzüne bakınca ferahlarız. Çünkü gökyüzü sonsuz, yeryüzü sonludur! “Ne garip! Can kuşunu, hayat denen tuzakla beden kafesinde tutuyorlar. Hayat uçuyor, kuşlar kafeste…” demiş Hazret-i Pîr Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi efendimiz.
Ben de yıllardır taşıyorum bu kalbi bir kuş gibi göğüs kafesimin içinde. Yağmur da, kar da, fırtına da, dağlar da, çiçeklerin arasında, tren yollarında, sokaklarda… İçinde bin bir hazine ile. Bir vakit gelecek, kafes açılacak ve o kuş sonsuz yolculuğuna devam edecek, ötelerin ötesinde… Hadi gelin şair Fûzuli’yi hatırlayalım tam burada; Rûz-i hicrândır sevin ey murg-i rûhum kim bu gün/ Bu kafesten ben seni elbette âzâd eylerim
( Ey güzel bir kuşa benzeyen ruhum. Sevinebilirsin, ayrılık günüdür. Ben seni bu ten kefesinden elbette âzâd eylerim.)
Ve ben sana yolculuklar biriktirdim içimde.
Bir yol hâli benimkisi…
Bir yolculuk hâli…
Bir yolcunun bin hâli…