Bir dostun ardından…

“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit bir şüpheye düşme.
Bana ağlama, “yazık yazık” deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman “yazık yazık” demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce “ayrılık, ayrılık” deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca; sakın “elveda, elveda” deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batış görünür; ama o bir doğuştur. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hay u huyun, mekânsızlık âleminin fezasındadır.”
Ne çok ölüm var…
Ölüm çok doğal da, buna alışamamak, kaldıramamak ve üzülmek de bir o kadar doğal değil mi? Öyle yaratmış işte Yaratan. Ölümü yaratmış, onu bilmeyi insana takdir etmiş; ama gafleti de yaratmış. İnsan böyledir; üzgün, naif ve son derece gâfil… Üçü de farklı farklı nimet aslında!
Eskiden yani çocukluk yaşlarımızda dedelerimiz, biraz büyüdüğümüzde babalarımız, amcalarımız yaşındakilerin vefat haberi ile üzülürdük. Ya şimdi? Şimdi kendi arkadaşlarımızın vefat haberleri gelmeye başladı. Daha geçen hafta çok yakın bir dostumun cenazesinde bulundum; beraber büyüdüğümüz, düşüp kalktığımız, kavgalar ettiğimiz, oyunlar oynadığımız, aynı işe heyecanla gidip başladığımız, beraber evlerimizde sabahlayıp sohbetler ettiğimiz çok yakın bir arkadaşımızın ani ölüm haberi ile sarsıldık. Hatta çok gençken bile beraber sık sık ölüm üzerine konuştuğumuz, ölüm ile ilgili sohbetler dinlediğimiz de vâki idi… Şimdi cami avlusunda yoğun uğultular içinde bir başına, sessiz sedasız yatan soğuk bir emanet… Taht misâli o musalla taşında, bir namazlık saltanatını beklerken, karşısında el pençe divan duran bizler. Kalplerimiz nasıl da yumuşak, ruhumuz incelmiş, gözlerimiz yaşlı, boğazımız düğümlü. Kâmil ma’nâda kul olma hâli şuan bizimkisi! O ânı korusa insanoğlu, sanki tüm dünyevi dertlerden azâde olacakmış hissi. Ama neredeee… Taştan katı mı kalpler yoksa? Ve burası dünya. Burada tüm işler yarım kalıyor. Âhirete yani sonsuzluğa doğmak için bir kez ölmek gerekiyor. Ve bir kez ölmek için tüm bu yaşananlar. Ölüm denen o kapıdan, sonsuzluk âlemine dimdik geçmek için bu dümdüz yatmalar!

Önden gidenler mi kârda, geride kalanlar mı zararda bilemiyorum ama cevabı muhakkak saklı bir yerlerde. Bu dünyada ölüm olduğunu bile bile yaşayabilmek, üzerinde düşünülmeye değer değil mi sizce? “Hazret-i Âdemden beri bütün dedelerinin öldüğünü bilmek, nasihat olarak yetmiyorsa bir insana; hangi söz kâr eder ki?” “En az düşünülen fakat en çok düşündüren şeydir ölüm.” demişti merhum Necip Fazıl Kısakürek. Hakikaten insanoğlu ölümü pek düşünmeyi sevmez ve ondan hep kaçmak ister. Fakat kaçtığı şey karşısına elbet çıkacak bir gün… Tapduk Emre Hazretleri demişti ya : “Allahü Teala ölümü çok düşünenin ölümünü kolay eder ve ömrünü bereketli kılar.” Ölümü de öldüren Rabbimize hamdolsun!
“Öle öle yaşıyoruz
Yaşaya yaşaya ölüyoruz.” demişti Senai Demirci hocam.
Ölmeye devam…
Son söz Osman Nevres’ten:
Nevres selîm ü pâk gelip gitmedir hüner
Yoksa cihâna günde bin âdem gelir gider
(Gelip gitmek bir şey mi? Onu herkes yapıyor zaten. Hüner geldiğin gibi temiz gidebilmektir.)
Dostum, temiz geldin temiz gittin elhamdülillah.
Mekanın cennet, makamın âli olsun…