“Çay mı Kahve mi?” diye bir soruyla karşılaşırız sık sık. Yersiz bir sorudur benim için bu. Anneni mi çok seversin, Babanı mı, kardeşini mi ağabeyini mi diye gelir bu soruların çeşitli versiyonları. Halbuki hepsinin yeri ayrıdır. Hepsinin sevgisi farklıdır kalplerimizde. Çay da farklı bir içecektir (ama çokta farklıdır laf aramızda) İkisinin de faydaları ve keyifleri ayrı ayrıdır. Hangisi ağır basar denilirse tabi ki Çay derim. Bir çay tiryakisiyim ben ama kahveden de hiç vazgeçemem. İkisinin de en lezzetlisi hangisidir, nasıl olur, nasıl içilir iyi biliriz evelallah. Hatta şuan bu yazısı yazarken bile çay içiyorum ve sık sık da tazeliyorum. Kısmet olursa da bitmeden kahve mi içeceğim…

Çay bize çok sonraları gelmiştir doğru ama çok da iyi geldiği muhakkaktır. Geldiği ve yakıştığı en güzel milletizdir. Bizim gibi keyifle, muhabbetle içen başka bir millette yoktur. Öyle koca fincanlar, saat akşamüzeri 5 falan yemeyiz biz. Cam ve ince belli bardak, tavşankanı ve günün her saati… Gezerken, otururken, karnımız tokken, okurken, yazarken, çizerken, severken, sevilirken… Çay içmek için adeta bahaneler üretiriz biz. Yeter ki taze ve demlikte olsun. Çay içmeye hususi zaman ayırmak önemlidir. Eskiden kahvehaneler vardı. Boş insanların değil, ilim erbablarının, edebiyatçıların bir araya geldiği masa etrafında toplanıp muhabbetin demine vurdukları yerlerdi buralar. Bu sohbetlerin vazgeçilmezi çay ve kahve idi. Bazen kahveye, bazen çaya övgüler düzer, “Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler?/ Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler”, veya “Çay bardakta dîde-efrûz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsûz olmalı” (buna “çay içmenin şerait-i selasesi”, yani üç şartı denir) diye şakalaşırlardı. Yani çay, tortusuz gözyaşı berraklığında, dudak renginde, dudak sıcaklığında olmalı… Çay içelim çay içelim / Nefs-i hevadan geçelim diye çok meşhur bir semaver ilahisi bile vardır.

Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri çok sıcak bir günde Çin sınırındaki Hitay beldesine gitmiş. Yorulduğu bir anda yol kenarındaki bir gölgelikte otururken bir köylü yanına gelmiş ve doğum yapmakta olan hanımı için dua istemiş. O da dua etmiş ve doğumu da kolay geçmiş. Bunun üzerine köylü kendisine teşekkür manasında bir bardak çay ikram etmiş. Hoca Ahmet Yesevi o zamana kadar hiç görmediği çayı içince rahatlamış, harareti gitmiş ve sonra ellerini açıp dua etmiş; Ya Rabbi, sen bu içeceğe revaç ver, bizi sevenler içsin ve faydalansınlar. Çay’ın Türkistan da bilhassa tasavvuf erbabı arasındaki rağbetini işte Ahmet Yesevi’nin bu duasına bağlarlar… Hatta dervişlerin zihnini uyanık ve açık tuttuğu için evliya çorbası, Şurbet’ül Evliya diye de anıldığı vâkidir.
Arabi ve türkçeyi karıştırarak bir mizahi beyit bile söylenmiştir çayla ilgili;
Es sohbet-i bilâ çay
Kes semâi bilâ ay. Çaysız sohbet, Aysız gök gibidir…
Bir ehl-i dil demişler ki; Çay Resulullah zamanında olsaydı Allah bilir sünnet olurdu. Çünkü sohbete sebeptir. Hakikaten çay tek başına değil dostlarla beraber içilirse daha lezzetli oluyor. Çay yârla içilir, yârenle içilir. “Geleydin bir çay içimi, Sen çay dökerdin ben de içimi” denilmiştir mâlumunuz.

Çay içen yavaş yavaş hikmeti de yudumlamış oluyor; “bekleyen her şey soğur ve acır” Çaysız sohbetin ne tadı olur ne de şekeri. O kadar ileri götürmüşlerdir ki çay aşkını, Erenlerden biri Ahmet Mekkî Efendi bir vapur seyahatinde bir anda şöyle bir beyit okumuş;
Meclis-i erbâb-ı dil bir lahza sensiz kalmasın
Hürmetin inkâr eden âlemde hürmet bulmasın.
Talebelerinden biri de yanında hemen kalem kağıt çıkarıp not almış. Sonra sormuş; Efendim demiş bu beyit hangi mübarek zat için söylenmiş acaba?
- Birisi için değil, çay için söylendi evladım, çay için…
Görüldüğü üzere çay bizim için başka, kahve başkadır. Düşünsenize çay için bu güzel sözleri, beyitleri yazan yâr için neler yazmaz…
Hadi bu da bu fakirden olsun;
Doldur sâkî,
Soğumasın muhabbet.
Aşkın hararetiyle demlenelim.
Bekleyip bayatlamasın gönüller de çay gibi…
İçin dostlar… Her fırsatta için.