Hüsn’ü Aşk
“Zannetme ki şöyle böyle bir söz
Gel sen dahi söyle böyle bir söz” Şeyh Gâlib

“Aşk Hüsn’dür, Hüsn de Aşk” Bütün bunlardan sonra gelenler geride kalırlar. Hayret, Aşk’ı alıp Hüsn’e götürür; gayb perdesi açılır; sözde sükut âlemine varır.
“Bu hazinede yeni bir usul tutturdum. O hazineyi kendim açıp kendim bitirdim.” Diyor Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk için. Gencinede resm-i nev gözettim/Ben açtım o genci ben tükettim” Nabi’nin Hayrabad’ı çok abartılı şekilde övülünce, bunlar eskimiş şeyler, asıl yeni şeyler söylemek lazım der ve bu sözlerden sonra Hüsn ü Aşk’ı yazmaya koyulur Şeyh Gâlib Dedemiz. Böylece güzel bir şah eser ortaya çıkar. Bir hazine yolu açar. İşte bu hazine, muhteşem bir ilahi aşk destanıdır. İlahi aşkın terennümü ve varılan son nokta. Sözün bittiği, sükut ettiği yer.

Hüsn ü Aşk tasavvufî sembolik bir hikâye olup tasavvufta seyr ü sülûk’u yani dervişlikte olgunluğa erişmek için takip edilen manevî yolculuğu anlatmaktadır. Lügatta seyr, yolculuk; sülük ta bir yola girme, bir tarikata bağlanma anlamına gelmektedir. Hüsn, Cemâl-i mutlak olan Allahü Teala; Aşk, Allah’a kavuşmak isteyen salik; Monla-yı Cünun ve Sühan, mürşid; Mekteb-i edeb, tekkedir. Beni Mahabbet, Gayret, İsmet, Hayret hep müşahhas kavramlar ve tasavvufi terimler ve bunlar aynı zamanda Hüsn ü Aşk mesnevisinin kahramanlarıdır. Eser baştan sona kadar soyut- somut kelimelerin mücadelesi içinde geçmktedir.
Benî Muhabbet (sevgi oğulları) adındaki Arap kabilesi içinde kabile büyüklerinden birinin bir oğlu; bir başkasının da bir kızı olur. Oğlana Aşk, kıza da Hüsn adını verirler. Kabilenin nişanladıkları bu gençler, Edeb denen okulda Monlâ-yı Cünûnadındaki hocadan ders okudukları sırada birbirlerine âşık olurlar. Bazen içinde Feyzhavuzu bulunan Ma’nâ gezinti yerinde buluşmaktadırlar. Buranın mihmandarı olan Suhan bilgili ve yol gösteren bir ihtiyardır. Kabilede Hayret adlı biri, iki sevgilinin bir arada bulunmasına engel olunca birbirinden ayrılan aşıklar Suhan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk’ın Gayret adlı bir lalası, Hüsn’ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. Aşk, Gayret’in de yardımıyla Hüsn’ü istemeye gider. Fakat, kabile büyükleri, Kalb ülkesine gidip oradaki kimyayı getirmedikçe Hüsn’ü vermeyeceklerini söylerler. O da bunun üzerine Gayret’le yola koyulur. Yolda içine düştükleri derin bir kuyuda karşılaştıkları bir cadı bunları hapseder. Bu sırada Suhan yetişir ve kuyu dibinde İsm-i A’zam (Allanın en büyük adı) yazılı ipe sarılıp kurtulmalarını söyler. Buradan kurtulduktan sonra yollan Gam harabelerine uğrar.

Kış mevsiminin hüküm sürdüğü burada bir cadı Aşk’a gönül verir. O, kabul etmeyince Aşk’ı çarmıha gerdiği sırada gene Suhan yetişir ve Aşk’a Hüsn’den bir kılıç ile bir at; Gayret’e de iki kanat getirir. Yolda gulyabânîlerle savaşırlar. Bu sırada Ateş denizine rastlarlar. Cinler, onun kıyısındaki mumdan gemilere binmelerini teklif ederlerse de kabul etmezler. Buradan kurtulup Çin ülkesine varırlar. O sırada bir dudukuşu şekline bürünen Suhan, Aşk’a, Çin padişahının Hüş-Rübâ adlı kızına kapılırsa Zâtu’ssuver kalesine hapsedeceğini söylerse de o, Hüsn’e benzettiği Hüş-Rübâ’ya gönlünü kaptırır. (Aşk aldanmıştır. Huş-Ruba onu sarhoş etmiş kılıcını elinden almıştır ve maddî varlığı, insan benliğini temsil eden Zâtu’s-Suver kalesine kapamıştır.) Gayretle burada mahbus kaldıkları sırada gene Suhan yetişir ve Aşk’a kaleyi ateşe vermesini söyler. O da böyle yaparak kurtulurlar. Nihayet, kutlu bir sabah vakti Suhan, bir hekim kılığında gelir ve Aşk’ı Kalb kalesine götürür orada Hüsn’ün sarayına ulaşırlar. O anda Hayret, İsmet, Monlâ-yı Cunûn ve diğerleri gelirler. Ma’nâ gezinti yeri de görünür, işte bu sırada Suhan, cadıyı öldürenin, yolları temizleyenin, hekim kılığına girenin hep kendisi olduğunu, Aşk’a yanlış yol tuttuğunu ve Aşk’ın Hüsn; Hüsn’ün de Aşk’tan ibaret olduğunu, birliğe ikiliğin sığmadığını anlatır. Sonunda Hayret, Aşk’ı alıp Hüsn’e götürür ve gayp perdeleri (bilinmezlik, sır perdeleri) açılır. Aşk, Hüsn’ün kendisi olduğunu anlar. Yani, kendisi kendisine kavuşur. Aşk Hüsn’dür, Hüsn de Aşk.
İşte bu güzel, kıymetli mesneviden bazı alıntılar paylaşmak istiyorum sizlerle;

Dil-zinde-i feyz-i Şems-i Tebrîz
Ney-pâre-i hâme-i şeker-rîz
Tebrizli Şems’in feyziyle gönlü diri olan ve şekerler döken kamış parçası kalemim.


“Ey gül-i râna!
Ömrün beş mevsimi var; Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün.
Sahi, sen hangi mevsindesin?“
“Durma sefer et diyâr-ı kalbe…”

“Gönül gamı anlatılamaz ama ateş gibidir de; gizlenemez.”

“Gönlünün kırıklarını gözlerinden dökerdi.
Sözlerinden ateş saçılırdı.”

“Ey kalem eser senin değildir,
Ey gece bu seher senin değildir.”

“Gül bahçesindeki fısıltı ortaya çıkınca, dedikoduyu rüzgara duyurdular…”

“Sevgiliyi bırakıp da yola düşmek, ayı bırakıp da kuyuya girmek zor geliyordu ona…”

“Gayret gibi kanadım yok ki, Bu ateşle halim ne olacak benim?”

“Aşk, aklını başına topladı ama mum gibi yanmıştı bir kere; faydası yoktu artık.”
