Bazı eşyalar vardır ki, onları sadece bir nesne, bir obje olarak görmek doğru değildir; onlar şahittir, sırdaştır ve zamandır. Eski bir sarkaçlı saat, sustuğunda bile anlatmaya devam eder. Salınımındaki sabır, içindeki zembereğin gerili sabahları ve yorgun akşamları taşıdığına delildir.
Çocukluğumun bir köşesinde hep bir saat sesi vardı. Kurmalı bir masa saati, her gece uyumadan önce elimle çevirip gerdiğim… O tıkırtılarla uyurdum; belki de rüyalarımı o saatin tıkırtıları eşliğinde görürdüm. Sabahları da onun tiz ama sabırlı sesiyle uyanırdım. Sanki “yeniden başla” diyen yaşlı bir dost gibi. Zemberekli saatler bana hep insan sabrını hatırlatır. İçindeki küçük yay, ne kadar sıkı sarılırsa, o kadar uzun süre çalışır. Ne tuhaf… İnsan da öyle değil mi? İçinde biriktirdikçe, direnç kazanıyor. Ama sonra bir gün, yay gevşiyor, ses kesiliyor, hareket duruyor.

Ahşap kule saatleri vardır bir de… Grandfather (Büyükbaba) derler kendisine. Eski ahşap konakların kalbinde atar. Ne zaman kafanı kaldırsan, seni yukarıdan izleyen bir ârif zat gibi durur. Üzerinde zaman yazılıdır ama aynı zamanda mekânın da sesidir. Bir meydanda çınlayan gong sesiyle birlikte herkes bir anlığına aynı saati paylaşır. Aynı zaman diliminde buluşur, anlık olarak aynı hizaya gelir, aynı an’da buluşurlar. Ve sonra sessizlik… Tiktakların sustuğu, sarkacın durduğu, zembereğin son kez döndüğü o an… Saat durur ama zaman durmaz. O an, belki de insanın kendi iç saatine kulak vermesi gerektiğini söyler. Dışarının değil, içerinin zamanını duymayı. Bir duvarda, çerçevesi solmuş, camı hafif çatlamış bir saat gördüğümde, onun sadece zamanı değil; bekleyişleri, ayrılıkları, vuslatları da taşıdığını bilirim. Çünkü saat dediğimiz şey, sadece zamanı ölçmez. Zamanın içinden geçen insanı da anlatır. Kim bilir kaç hayat geçti o tik takların arasında… Kaç “gel” dendi, kaç “git”… Kaç gözyaşı, kaç kahkaha. Zaman geçti ama saat kaldı. Belki de bu yüzden bazı saatler, çalışmasa bile atılmaz. Çünkü içinde zamanın değil, hatıraların kalbi atar.
Saatler bize çok benzer aslında. Hepimizin içinde görünmeyen bir zemberek var. Kimimizin daha sıkı kurulmuş, kimimizin gevşemeye yüz tutmuş. Kimi içindeki yayı taşkınlıkla döndürür, kimi sessizliğe sarar hayatını. Ama hepimiz, bir şekilde zamanı ölçeriz. Kimimiz geçen zamanı sayar, kimimiz kalan zamanı. Bir saat gibi biz de doğarız bir duvarın yanına — belki bir evin, belki bir annenin kalbine asılı. İlk sesimiz çalar: “Tik.” O andan sonra içimizdeki mekanizma işlemeye başlar. Gözlerimiz açıldığında, ilk bakışımızda, ilk düşüşümüzde, ilk sarılışta… her biri bir ibre gibi akar.
Saatin sarkacı neyse, insanın kalbi odur. Bir ileri, bir geri. Sevgiyle çarpar, özlemle yavaşlar. Bazen hızla atar heyecandan, bazen sessizleşir hüzünden. Ama her salınım, yaşamın ritmidir. Zemberekli bir saatin gerginliği gibi yaşarız bazı günleri. Sıkılırız. İçimize döneriz. Sabrederiz. Bekleriz. Ve sonra birden… çözülürüz. Akmaya başlarız yeniden. Hayatın tik takları bizde yankı bulur.

Ve bazı insanlar…
Tıpkı cep saatleri gibidir… Sessiz, derin, cebinde saklanır, ama en kıymetli ânı onlar bilir. İnsan da saat gibi durabilir bazen. Ruhun zembereği gevşemiştir. İleri gitmek istemez, geçmişte kalır. Ama belki de bir dost eli, bir söz, bir dokunuş… içimizdeki o eski saati yeniden kurar. Sonra hayat yeniden akar. Sarkaç salınır. Tik ve tak yeniden dost olur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında…” derken bir saatten çok daha derin bir şeyi anlatıyordu: İnsan, zamanı ne tam yaşar, ne de ondan kopabilir. Biz, ayarları bozulmuş saatler gibiyiz çoğu zaman. Yalpalayan ibrelerimizle doğruları gösterdiğimizi sanırız. Oysa içimizdeki zemberek, çoktan yorulmuş olabilir.
Ne diyordu eski bir saat ustası?
“Her saat durur. Mühim olan, onu yeniden çalıştırabilecek bir yürek bulmaktır.”
Son Söz: Zaman İçimizde Atar
Belki de saatler, zamanı göstermek için değil; insanı hatırlatmak için yapılmıştır. Her saat, bir ruhun aynası gibidir. Her tiktak, bir kalbin yankısı. Ve her zemberek, sabrın, dayanmanın, yürümeye devam etmenin metaforu.