Aşk önce bir mübarek nûr olarak zuhur etti!
“Lisân-ı aşk ederdi güft ü gû tâ olmadan evvel
Ne sen peydâ ne ben peydâ ne dil peydâ ne cân peydâ”
derken Ali Emîrî Efendi, aşk zaten hükmünü icrâ ediyordu! Sen
de yoktun, ben de yoktum, gönül de yoktu, cân da yoktu.
Önce aşk vardı…
Ve bir nûr olarak başladı seyrine, temiz alınlarda konaklaya konaklaya gerçek sahibinde karar kıldı.
Kimi zaman ıssız bomboş bir çölde çıktı karşımıza berrak ve bereketli bir su olarak, asırlardır aynı aşkla, coşkuyla çağlayarak.
Ağlayan, inleyen bir kuru hurma kütüğü oldu sonraları, “Neden benden uzaklaştın?” diyerek…
Bir mağarada yıllarca bekletti o yılanı en sevgiliyi görmek bahâsına. Gözyaşı oldu damladı dostun gözünden Efendiler Efendisinin mübarek tenine.
Kuyu oldu kimi zaman sevgiyle bağrına bastı Yûsuf ’u… Sonrasında sultan yaptı…
Bir dervişin bağrında ısınan, kaynayan ve el yakan su oldu.
İğne oldu Belh sultanının elinde balıkların getirdiği. Vahşi hayvanlara yük taşıttı, ceylanları dile getirdi.
“Ene’l Hak” oldu Mansur’un dilinde…
Aşkın abdestini kanla aldırdı. Dicle’ye savrulan hâkister oldu…
Odun taşıttı dağdan matbaha.
Meyhanesi arştan yüce bir sâkinin elinden can kadehiyle içilmiş belâ şarabı oldu aşk…
Bir taşı eline aldı, Süleymâniye oldu. Karahisari’nin kamışından Süleymâniye’nin duvarlarına nakşoldu aşk. Bâkî’nin kelimelerinde cân buldu sonraları…
Erenler bezmine teslim olmaya gelenlerin canından başka bir şey
bulamayanların armağanı oldu aşk…
Önce aşk vardı
Bugün de aşk var,
Yarında hep aşk olacak..